Yaşamak Düşünmekten Önce Gelir

alp yuce
8 min readJan 9, 2020

İnsan olmanın en belirgin özelliklerinden birisi, yaşadığı sosyal çevreyi çok iyi taklit edebilme özelliğidir. Günümüzde özgün olmak, birey olmak çok önemli bir yaşam şekli gibi göründüğü için, taklit etmek kulağa biraz nahoş gelebilir. Hatta günümüzde birey olma vurgusu o kadar yoğundur ki, gelenekselliğin yoğun şekilde yaşandığı insanlar arasında bile, özgünleşme çabasına sıkça rastlamak mümkündür. Ancak bu çabamız bile taklit etme/edebilme özelliğimize dayanmaktadır. Bu çerçevede bu yazının amacı, düşünme kavramının farklı çeşitlerini, boyutlarını açıklayabilmek ve düşünme ve yaşama ilişkisi içinde bize nelerin daha iyi hissettirebileceği ile ilgili bazı tahminlerde bulunabilmektir.

Beyin hakkında yapılan bazı bilimsel çalışmalar ve felsefi çıkarımlar, insanın sosyal ve biyolojik yanı ile duygu ve düşünce üretimi arasındaki ilişki hakkında bazı bilgiler sunmaktadır. Bu bilgilere göre, bazı durumlarda insanın beyninde bulunan ve duygu (his) oluşturan beyin işlevlerinin, düşünce oluşturan işlevlerine nazaran daha ön planda olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle insan yaşarken düşüncelerinden çok duygularına göre hareket etmektedir. Aslında burada düşünce dediğimiz şeyi tanımlamakta fayda vardır. Çünkü hem duygu (hisler) ve düşünce olgularını (fenomenlerini) birbirinden ayırt etmek oldukça zordur, hem de beyinlerimizdeki duygu kaynaklı örtük düşünceler farkında olduğumuzdan daha fazla bir etki alanına sahiptir.

Beynin çalışma mekanizması anlaşıldığı kadarıyla karmaşık bir yapıdadır ve iç içe interrelated (karşılıklı etkileşim halinde bulunan) bir mekanizma halinde çalışır. Yani bu şu demek: Elimiz, kolumuz, gözümüz, kulağımız, kalbimiz, burnumuz, ayrı ayrı ve birbirlerini etkileyecek şekilde beynin çalışmasına katkıda bulunurlar. Beynimizde tüm bu farklı organ, doku ve sinirler aracılığıyla bir faaliyet, bir etkinlik gösterir. Bununla beraber beynin kendi içindeki yapısı ise çoklu yapı olarak ve bu çoklu yapının birbiri ile etkileşimi sonucu farklı becerilerimizi ortaya çıkarır. Bu etkinlik yine interrelated bir şekilde iç ve dış dünyanın ortak canlılığı ile oluşur. Yani bir başka deyişle, “vücudumuzun dışında ve içinde bulunan dünyalar birlikte çalışarak, bizim hareket ya da daha da kapsamlı şekilde davranışımız dediğimiz şeyi meydana getirirler”. Ben farkı anlatabilmek için bu doğrultuda, beyinde meydana gelen uyarılar ve tepkilerin tümüne düşünce adını vereceğim. Düşünce dendiğinde ilk akla gelen düşünme eylemi ise beyin bilimsel anlamda biraz daha bilişsellik (cognitive) kavramı ile ilişkili olan bilme eylemidir. Düşünme ve bilme konularının birbirinden farkını anlamanın, günlük hayatta kendimizi daha iyi hissetmek, daha huzurlu ve daha keyifli bir hayat elde etmek açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Hele ki, bilme seviyesinde düşünmeyi çok yüce bir olgu olarak vurgulayan günümüz düşüncesinin ağırlığını düşünecek olursak, bu konuya biraz olsun girmekte fayda olabilir.

Tekrar etmek gerekirse düşünmek ve bilmek kavramlarını, beynin çalışma düzenini temel alarak birbirinden ayırdım. Yukarıda değindiğim bir diğer mesele; taklit meselesini de bu noktada bu konuya bağlamakta fayda vardır. İki konu nasıl kesişiyor? Ve biz düşünme faaliyetimizi nasıl anlayabilirsek, bu faaliyetten daha yumuşak bir şekilde faydalanabiliriz? Burada bir üçüncü kavram, bizi oldukça zorlayıcı bir kavram olan alışkanlıklar kavramını da anlatmamız gerekir ki, konu iyice netliğe kavuşabilsin.

İnsan beyninin insan vücudunu yönlendirmede en etkin, merkezi organ olduğunu düşünürsek -ki kalbimiz de vücudumuzu hareketini birincil olarak düzenler, ancak bunu yine beynimiz aracılığıyla yapar- beynimizin özelliklerini “bilmek” bize yol gösterici olabilir. Yine bilmeye vurgu yaptım, çünkü gerçek anlamıyla bilmek diye bir şey yoktur. Ancak gerçeğe yakın bilebiliyor gibi görünmekteyiz. En azından yaşadığımıza devam ettiğimizi varsayabilme halimiz, bize bunu bildirmekte. Bu doğrultuda beynin bir çalışma mekaniğini çizip anlayacak olursak; beyin çok basit anlamda şöyle işliyor gibi durmakta:

Bir yetişkin insanı, davranışını/hareketini, beynini hayal edelim: Beyin Çalışmakta => Dışarıdan bilgiler/uyaranlar geliyor = Aynı anda beynin içinde bazı hareketler oluyor => Beyin bunları alıyor tüm yaşamsal faaliyetleri de sürdürebilecek şekilde bazı düzenlemeler yapıyor, öncelikler belirliyor. => Eğer çok ekstrem (savaş, kıtlık, doğal felaketler gibi) durumlar yoksa, belirli alışkanlıklar, yaşama modelleri üretiyor. Sürekli değişimden ya da çalışma mekaniğini değiştirmekten kaçınıyor (Greicius, vd., 2003), çünkü ne tüm bilgileri işleyebilecek, görüp algılayabilecek enerjisi var, ne de buna gerek var. => Bütün bunları yaparken en çok faydalandığı kaynak hem kendi yapısal özellikleri (yani artık ne kadar koklayabiliyorsa, ne kadar ses çıkartabiliyorsa ve ne kadar algılayabiliyorsa, yani vücudun kalıtımsal özellikleriyle o ana kadar gelen, oluşan, gelişen değişen vücut), bir de etrafında bulunan nesneler, veya diğer özneler yani insanlar. Bu şu demek: İnsan kolunu kaldırıp ya da kafasından bir düşünce geçirme anında, tüm bu mevcut materyalden faydalanıyor. Ve bu elindeki şeylerin üzerine bir dünya inşa ediyor. Bakınız sonuç olarak => Davranış ve hareket meydana geliyor. Bununla beraber tekrar tekrar yapmaya eğilim gösterdiğimiz alışkanlıklarımız ortaya çıkıyor.

Şimdi burada bu davranış ve düşüncemizin üzerinde en etkili kaynağın ne olduğu tartışma konusu. İnsan gerçekten tekil bir varlık ve davranış ve düşünce mi üretiyor? Yoksa etrafından çokça etkilenip etrafını mı yansıtıyor? Son dönemde yapılan çalışmalar insanın etraftan, çevreden daha çok etkilendiğini vurgulamaktadır. Çevrenin vücudumuz üzerinde yarattığı değişikliklere epigenetik denilmekte. Yaşarken çevresel etki ile yaşadığımız fiziksel ve zihinsel değişim, bizim doğduğumuzda sahip olduğumuz özelliklerimizi çokça etkilemekte. Bu etkiler oldukça baskın bir şekilde bizim bugün ki halimizi almamızı sağlamakta. Bir başka deyişle, (felsefi olarak insan olmaya bazı başka duygusal anlamlar yüklesek de), insan çevresel koşullar ile yoğurulan, davranışlar sergileyen ve çok parçacıklı, ayrıca bütünün de bir parçası olan bir varlık. Bu daha çok şu demek, biz ne kadar farklı olduğumuzu düşünürsek düşünelim, etrafımızdaki insanlardan farklı değiliz. Matematiksel olarak, farklar tespit ediyor gibi görünmemiz elbette çok normal. Yani gerçekten de diğer insanlardan küçükte olsa farklılıklara sahibiz. Çayımıza hangi oranda şeker koyduğumuz ya da ya şekersiz içiyorsak, hangi oranda dem koyduğumuz ufak ama gözle görülemeyecek farklılıkta oranlarda elbette farklı. Ama genel olarak çay içmekten kendimizi alamıyoruz. Yine çay içmemizin sebebi, mutlak olarak çay içmeye uygun yüce varlıklar olmamız değil. Aksine insanların çay içtiğini görebilmemiz ve çay içebilecek ağızlara sahip olmamız sayesinde çay içebiliyoruz.

Niyetim konuyu çok dağıtmak değil, ama bunları analiz edersek (ayırıp anlarsak) varmak istediğim nokta daha iyi anlaşabilir diye bunları anlatıyorum. Yani temelde demek istediğim şey şu: İnsan yaşarken, diğer insanlarla birlikte yaşamak durumundadır. Bu insanlarla birlikte yaşarken de birbirini etkileyerek bir yaşam oluşturur. Ve yaşamını bunun üzerine kurgular. Peki bunun başlıkta yer alan daha az düşünme/bilmenin iyi yanlarıyla ilişkisi nedir?

Son dönemde psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve bazı felsefi bilgi ve fikirlerin de sunduğu üzere insanın sosyalliğinin çok önemli olduğunu anlatmaya çalıştım. İnsan diğer insanlar ile etkileşimi sonucu yoğun oranda davranışını şekillendirir (Tabakçı, Karakelle, 2012). Yine bulgulara göre insan birçok davranışını biliş/bilinç işleviyle değil, duygusal işlevler ile gerçekleştirir. Benim bugün burada bu yazıyı yazmamın sebebi, bilmeye, felsefeye, bilime olan aşkımdan ziyade, daha çok duygusal sebeplere dayanıyor. Evet bilmeyi seviyorum, bundan keyif alıyorum, ama yine bunun da temelde duygusal bir işlevle çakıştığı yan yana durduğu bir nokta var. Kafanızda bir görsel bir hayale kavuşup, konuyu daha iyi anlatabilmek adına bir benzetmeye başvuralım:

Çok renkli bir Picasso tablosu hayal ediniz. Bunu gerçekten bir Picasso tablosu açıp yapadabilirsiniz. Tablonun içinde birçok ara renk bulunuyor. Turuncu, turkuaz, su yeşili. Tablonun arka planında daha yoğun bulunan bir ana renk görünümünde mavi var. Gözümüz tabloyu izlerken, tüm ara renklerin ihtişamı gözümüze bu tablonun ne kadar eşsiz olduğunu vurgulamakta (gerçekten de Picasso çok çok başkadır). Fakat yine de tabloya baktığımızda en çok etkisinde kaldığımız renk (istesek de istemesek de) o arka planda bulunan ana mavi renk. O rengin siyah olduğunu düşünün, eminim tablo çok başka görünürdü. Beyinde bulunan duygu işlevi de bu tabloda ki mavi renk gibidir. Bizi en çok etkileyen bu rengin kendisidir. Elbette hayatta çok farklı renkler olduğunu düşünebiliriz. Vardır da. Ama ana renklerin varlığı doğrultusunda yaşamak durumundayız. İstesek de, istemesek de. O yüzden belki de bu renklere uyum sağlamak bize biraz olsun yardımcı olacaktır. Bununla beraber bu renkler mevcut diğer insanların, kültürlerin, ve özelliklede biyolojik ve sosyolojik olarak insan olmanın temel özellikleriyle hayata gelmektedir. Yani bu renklerin, yani duyguların oluşumu yine ancak diğer insanlar, ve insanların mevcut özellikleri üzerinden hayata geçmektedir. Bir başka deyişle malzeme yine elimizdeki malzemedir, bu malzeme ile bir şeyler yapmak durumundayız.

Peki Bugün ki Bunalımlarımızı Daha Çok Etkileyen Nedir?

Doğada yaşamak gerçekten zordur. Aynı şekilde doğanın bir yansıması insanların içinde yaşamakta hiç kolay değildir. Bir zamanlar açlıkla mücadele ediyorduk. Şimdi ise duygusal açlığımızla mücadele etmeye devam ediyoruz. Ama mücadelesiz bir dünya hayal etmeyiniz. Hem gerçekten mümkün değil, hem de sıkıcı olurdu. Burada belki elimizdeki yaşamı kolaylaştırıcı koz, bu mücadeleyi biraz olsun (elimizden geldiğince) ayarlayabilme, dengeleyebilme (Sokrates, Platon, Aristoteles’te ölçülülük kavramı, Arslan, 2006, sf. 130) gücümüzdür.

İnsan duygularının yaşamımızın bir hayli büyük bir kısmını etkilediğini yukarı da anlatmaya çalıştım. Bununla karşılık yapılan nörobilimsel çalışmaların gösterdiği üzere, insan bilişi de aksi yönde bir o kadar düşük seviyede ancak insan davranışlarına etki edebilmektedir. Bir başka deyişle biz ne kadar düşünürsek düşünelim, beyin yüksek oranda, duygu (ki bu çoğunlukla sosyal unsurlara dayanır) ve vücudun fiziksel durumunun etkileriyle davranışını sergileyecektir. Bunun en önemli göstergelerinden birisi, beyinde bulunan konuşma ve dil sistemlerinin, duygu ve davranış sistemlerini oldukça az etkilediği bulgusudur (Tura, 2007, sf. 63). Bir başka deyişle, biz duygusal olarak bir buhran içindeyken, aldığımız duygusal destek esnasında, konuşmanın, bilişsel işlevde düşünmenin rolü oldukça azdır. Yani düşünüp, konuşup hayatımıza dair aldığımız kararlar, bizi o denli etkileyememektedir. Buna hemen kendinizden bir örnek bulabilirsiniz. Duygusal bir itki olmadan; örneğin kilo vermek istiyorsak bir partner bulma, ya da iyi görünme ihtiyacımız olmadan asla kilo verme davranışına yönelmeyiz; ders çalışıp, çalışkan olmak istiyorsak, eğer babamız ya da annemiz ya da etrafımızdaki bir kimseyle rekabet içinde olmaksızın asla buna ihtiyaç hissetmeyiz. Ve tabii ki umut verici şekilde düşünüp kendimizi değiştirmeye çalışmamız oldukça hoş bir çabadır. Önemsiz değildir. Ancak gerçekçi olmayan, iyi analiz edilmemiş büyük söylemler, büyük hayaller tatlıdır. Ama üzgünüm ki yine duygu sistemlerini etkilemek adına çabuk sönen alev olmaktan ileri gidemezler. Ancak yine bu sebepledir ki, günümüz dünyasında yer alan büyük vaatler artık bugünlerde bizi doyurmuyor. Çünkü artık karnımız o kadar da aç değil, en azından yemeğe aç değil.

Toparlayacak olursak, anlatmaya çalıştığım şey genel olarak şu: Biz insan olarak özellikle bugünün insanı olarak, sosyal ortamdan etkilenerek büyük idealler var zannedip, hatta onların peşinden koştuğumuza dair söylemlerde bulunup, ancak kendimizi bir parça da diğer insanları kandırabiliyoruz. Ancak bu vücudumuz için yorucu bir alışkanlığa dönüşme tehditine sahip olmaktan da kendini alıkoyamıyor. Çünkü çok düşünmek, çok çalışmak, aşırı olan her şey, zaten hayatın kendisi olan bozulmayı yıkıcı bir hale getirebiliyor. Belki biraz fazla mekanik bir söylem olacak ama dengemizi bozuyor -ki zaten bunu biz de hissediyoruz. Sıradan olmak çok güzel bence, az az bir şeyler yapmak, gerçekten keyif alabilmek.

Tabii ki bu bir tercihtir J Tabii ki daha çok düşünme yolunu tercih ettiğinizi, idealler, iyiler peşinde koşmak istediğinizi söyleyecek olabilirsiniz. Yapıyorsanız kötü değildir J Ancak bazen yaptığımız zannettiğimiz şeyleri yapıyor gibi görünebiliriz. Ve maalesef yine eğer yaşamlarımız bunlar üzerinde düşünmek zorunda kaldığımız bir hal alacak olursa, dönüp baktığımızda çok doygun bir hissiyata sahip olmamız güç olabilir. İnsana dair anlam arayışımızda, öyle görünüyor ki, (benim diye yaptığımız şeylerin varlığını asla yadsıyamasak da), yorgunluklarımız, göz altı şişkinliklerimizin mahiyeti tartışılır görünmektedir.

Bu yüzden bu başlığı seçtim. Yaşamak düşünmekten daha öndedir. Çünkü istediğimiz kadar düşünelim, yaşayıp pratiğe dökemiyorsak (ah ah); örneğin kitap okumak çok önemlidir önermesini alalım. Evet “kitap okumak çok önemlidir”. Ama ben o kitabı okuyup birilerine anlatıp, o heyecanımın keyfini yaşayamıyorsam, ya da eğer enerji, fizik, akıl diyip düşünüp, düşünüp, yine de hareket edemiyor, doğayı koklayamıyor, insan içine karışamıyor, yoga yapamıyorsam, kusura bakmayın ama düşünce ancak bir sihir tadında üflendiğinde sönmekten öte gidemeyen bir toz parçası olacaktır ancak. Elbette her toz parçasının atmosferde bir gün bir etki yaratacağını düşünerek hayatlarınıza devam edebilirsiniz J yoğunluğu yaşamak size kalmış.

Son olarak eğer çok düşünüyorsanız en azından yazmanızı öneririm. Çünkü eylem her zaman düşünmekten önde gelecektir. Yazarken de yine biliş seviyesinde düşünmek yerine, eylem oluşturup, vücudumuzun daha etkin olan duygusal sistemlerini çalıştırabilirsiniz. Güzel bol yaşamalı, az düşünceli günler dileğiyle J

KAYNAKÇA

Kitaplar

Murat Saffet Tura, Histerik Bilinç, Metis Yayınları, 2007.

Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, Cilt 3, Bilgi Üniversitesi yayınları, 2006.

Kemal Sayar, Psikolojiye Giriş, Dem Yayınları, 2014.

Makaleler

Hanife Şahin Tabakçı, Sema Karakelle, Öğrenilmiş Çaresizliğin Bilme Hissi Kararı Üzerindeki Etkisinin Gelişimsel Olarak İncelenmesi, 2012.

Michael D. Greicius, Ben Krasnow, Allan L. Reiss, and Vinod Menon, Functional connectivity in the resting brain: A network analysis of the default mode hypothesis, 2003

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

alp yuce
alp yuce

Written by alp yuce

Indeed I am a poet, but the life forces me to do that.

No responses yet

Write a response