Acıdan Kaçma ve İnsani Değerlerin Oluşumu: Bazımız Geceyi Sever, Bazımız da Uyuşmayı
Bu yazının amacı insan olarak hissettiğimiz acıların, hayatlarımızda oluşturduğumuz (sevgi, dürüstlük, onur gibi) değerleri nasıl etkilediğini tartışmaktır. İnsanı araştırma konusu yaptığımız bu tip bir sorgulamaya fenomenal araştırma diyoruz. Fenomenal araştırmalar, gözlemleyebildiğimiz, ya da deneyleyebildiğimiz(deneyimleyebildiğimiz) durumlara ilişkin yaptığımız araştırmalara verdiğimiz isimdir. Bu bir bakıma bilimsel araştırma olarak da adlandırılabilir. Ben burada bu yöntemi kullanarak, insanın acısı ve insani değerler arasındaki ilişki ile ilgili bazı değerlendirmeler yapacağım.
İnsan, çok farklı ve ilginç bazı canlılık özelliklerine sahiptir. Bu doğrultuda sahip olduğumuz acı hisleri de farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Acı kelimesi, içinde farklı anlamlar barındırır. Acı denildiğinde akla farklı tanımlar gelir. Bu yüzden, bu araştırmada adı geçen “acı” kavramanı tanımlamakta fayda vardır. Benim burada kullanacağım acı kavramı fizyolojik ve psikolojik acıya işaret etmektedir. Aslında fizyolojik ve psikolojik acının birbirinden ayrılamayacağını düşünmekteyim. Bunun ne demek olduğunu aşağıda açıklayacağım. Sonrasında acı ve insani değerler arasında nasıl bir bağlantı olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Acıdan Kaçınmak Ne Demektir?
Acı nedir diye düşünmeye başladığımızda, aklımıza gelen ilk örnek; yaşadığımız bir durum sonucu, vücudumuzun her hangi bir bölgesinde duyumladığımız bir hissin varlığıdır. Lütfen siz de bir örnek düşünün. Özellikle yakın zamanda bir yeriniz kesildi ise, ya da soğuktan elleriniz çatladıysa, duyumladığınız his kolayca aklınıza gelecektir. Bu örnekten yola çıkarak acıyı tanımlamak somut(fenomenal) olarak mümkündür. Buna göre acı: sıradan akış içinde yaşarken, vücudumuzun ya da duygularımızın(zihnimizin) farklı uyaranlara karşı gösterdiği bir tepki hareketinin duyumlanmasıdır. Bir başka deyişle, gün içinde, normal/sıradan bir şekilde yaşarken, bu sıradan akışı bozabilecek bazı durumlar ile karşılaşırız. Örneğin yolda yürürken ya da bisiklete binerken bir anda dengemizi kaybedip düşeriz. Ve bacağımızı sert bir yere çarparız. Taşın bacağımıza beklenmedik bir şekilde, yüksek bir kuvvet ile çarpması/değmesi vücudumuzun “normal” işleyişini engeller (travma) ve bir tepki olarak vücudumuz karşı hareket yaparak durumu karşılar. Bu var olan değişim de bilincimizde acı olarak hissedilir ve adlandırılır.
Duygusal acılar da benzer şekilde ortaya çıkmaktadır. Bir arkadaşımızla buluşuruz. Sohbet ederken o arkadaşımızın beklenmedik bir hareketi, bir sözü, vücudumuzun, beynimizin duygu ile ilgili bölümlerini uyarır. Beynimizde bir alarm hali ortaya çıkar. Ve beyin duygusal bir karşı tepki ortaya koyar. Bu tepki bizim için bir acı hissidir.
Hem duygusal acılarımızı hem de fiziksel acılarımızı, beynimizin belirli fonksiyonları aracılığı ile hissederiz. Elimiz kesildiğinde hissettiğimiz acıyı, elimizde bulunan sinirler ile aracılığı ile merkezi sinir sistemi ve beyne aktarılan sinirsel faaliyetler sayesinde hissederiz. Aynı şekilde duygusal acılarımızı, dışarıdan edindiğimiz söylemlerin, gözlemlerin, beynimizde işlenmesi sonucunda hissederiz. Yani duygusal acılarımız da aslında birer fiziksel his davranışıdır.
İnsan ve diğer memeli canlılar doğdukları andan itibaren birçok farklı acıyı deneyimler. Günümüz koşullarında insan için fiziksel acılardan kaçınmak daha kolaydır. Belirli sosyo-ekonomik şartlara sahipsek, soğuktan korunmak, yediklerimizi kontrol etmek, hastalıklarımızı iyileştirmek mümkün olabilecektir. Bununla beraber duygusal acıların giderilebilmesi için daha fazla olanağa ve beceriye sahip olmamız gerekmektedir. Çünkü modern dünyada insan duyguları çok fazla değişkenle mücadele etmektedir. Örneğin her memeli canlı, birincil bakım vereninden (bu genelde annedir) ayrılırken, ciddi acılar çeker. Bu acılar hayatta kalmayı sağlayan hormonların etkisi ile oluşur. Yine vücutta bu acıların giderilebilmesi için bazı başka hormonal mekanizmaların çalışması gerekmektedir. Örneğin anneden ayrılma sıkıntısı içine düşen bebek, ya da çocuklarda, beyin opioid ya da oksitosin gibi bazı hormonal etkinlikler ile bu acıdan kaçınmaya çalışır. Bu hormonal etkinliğin ortaya çıkması için de, dokunarak sevilme, cinsel davranış, akranlarla oyun oynama gibi bazı etkinliklerin bebek ya da çocuk tarafından deneyimlenmesi gerekmektedir (Panksepp, 1996, sf. 496, 552). Aynı durum anneler için de geçerlidir. Anneler bebekten ayrılma deneyimi esnasında, acı hissettirecek bazı hormonal etkinliklere maruz kalırlar. Bebeklerinden ayrılmak onlar için oldukça acı vericidir.
İnsanın en temel güdüsü hayatta kalmak güdüsüdür. Acı ise hayatta kalma güdüsüne karşı en ciddi tehdittir. Yaşarken vücudun en temel davranışı, hayatta kalmak adına en iyi şekilde bir denge sağlamaya çalışmaktır (bkz. Homeostazi, Damasio, 2003). Acı ise bu dengenin bozulmuş olduğunu göstermektedir. Bu yüzden vücut acıdan kaçınmak için elindeki yöntemleri en iyi şekilde kullanır.
Yukarıda bahsedildiği gibi özellikle sosyal bağın kaybı ciddi bir acı kaynağıdır. Başkalarıyla bağ kurmaya annemiz ile başlarız. Sonrasında ilk olarak annemiz ile ayrışırız. Bu ayrışmanın acısını gidermek adına, başkalarıyla sosyal bağlar kurarız. Örneğin arkadaşlarımız (özellikle eş değer becerilere sahip olduğumuz akranlarımız) sonraki sosyal bağlarımızı oluştururlar. Onları da asla kaybetmek istemeyiz. Çünkü sosyal kayıp acı demektir. Sonuç olarak hayatımızdaki yakın şekilde yer edinmiş olan sosyal bağlarımızı korumak bizim birincil eğilimlimiz olur.
İnsani Değerlerin Ortaya Çıkışı
Değer kavramı birçok farklı alana konu olmuş bir kavramdır. Bu kavrama ekonomide, ahlak felsefesinde, bilgisayar bilimlerinde, matematikte sıkça rastlarız (malın değeri, ahlaki değer, değişkenin değeri, bilinmezin değeri gibi). Biyolojik olarak düşündüğümüzde ise, değer verme; bir kavrama, bir tanımlama davranışıdır. Dış dünyada herhangi bir şeyi gördüğümüzde, kokladığımızda, algıladığımızda; o şeyin bizim için zararlı ya da yararlı olduğunu anlayabilmek adına o şeyin ne olduğunu anlamamız, o şeye bir değer yüklememiz gerekir. Örneğin bir böceği görürüz, gözlemleriz. Şeklini ve boyutlarını tartarız. Böceğin somut şekli ve boyutlarını anlamak için, zihnimizde sınırları belli ve somut bir böcek görüntüsü belirir. Kendimize böcek ile ilgili bir açıklama yaparız. Böceğin bizim için ne anlama geldiğini söyleriz. Ve böceğe olumlu, olumsuz ya da bir his içermeyen bir anlam, bir değer yükleriz.
Aslına bakarsak daha uzun süreçler içinde oluşsa da bütün insani değerler bu şekilde ortaya çıkıyor gibi görünmektedir. Özellikle sosyal olarak oluşan ahlaki, sanatsal, bilimsel değerlerimizin birçoğunu analiz ettiğimizde, bu davranış biçiminin temellerini bulmak mümkün gibidir. Bir başka deyişle bir kişinin kişisel ya da sosyal değerlerine kaynaklık eden belirli biyolojik davranış temelleri vardır. Örneğin bir kişinin kırmızı rengini sevdiğini düşünelim. Bu kişi için kırmızıdan hoşlanmak kişisel bir zevk olabilir. Bununla beraber kişiyi içinde bulunduğu çevre şartları da kırmızıya yöneltir. Tabii ki kişi kırmızıyı öznel olarak beğeniyor olabilir. Bu kişinin diğer kişilerden ayrılan özgün mizacıdır (İngilizce Temperament, kelimesi bu anlamı karşılıyor gibi görünmektedir). Ancak kişinin kırmızı ile ilişkisini belirleyen güçlü çevresel etmenler vardır. Örneğin zengin bir ortamda doğup büyüdüğümüzü düşünelim; varsayalım ki bu ortamda parlak sarı rengi, itici bulunan bir renk. Eğer ortalama sıradan bir insan isek, parlak sarı rengini ne kadar seviyor olursak olalım, toplumda kabul görmeyeceği için bu rengi kullanmaktan kaçınırız. Çünkü sosyal itkinin (conatus; bkz. Hobbes) oluşturduğu etki, bizi kırmızıdan kaçınmaya yönlendirecektir. Eğer kişi ortalamadan biraz daha farklı, tutkulu bir kişi ise, parlak sarıyı kullanmak istese de, ancak parlak sarının kabul gördüğü ortamlarda bunu gerçekleştirebilecektir. Aksi takdirde yukarıda bahsettiğim gibi duygusal bir acı ortaya çıkar. Bu da vücut için istenmeyen bir durumdur. Tabii ki bize ait genler, mizacımız ile bazı seçimler yapmaktayız. Ancak yine de son dönemde yapılan çalışmalar epigenetiğin, genetik üzerinde oldukça etkili değişimlere yol açtığını göstermektedir. Yani kişisel arzularımız, zevklerimiz olsa da, bunlar çevreden oldukça fazla etkilenirler (Asima, Kumar, 2019).
Aynı örneği bilim ve sanat etkinlikleri için de düşünmek mümkündür. Örneğin Mozart’ı ele alalım. Mozart şüphe götürmez şekilde çok yetenekli bir müzisyendir. Ancak Mozart’ın babası oldukça hırslı bir adamdı ve Mozart’ı ünlü bir müzisyen yapmaya kararlıydı. Özellikle bir çocuk için babası ile kurduğu duygusal ilişkinin etkilerinden kurtulması pek mümkün değildir. Yani Mozart’ın müzisyen olmaması düşük bir ihtimal olurdu. Aynı şey 20. Yüzyıl Avrupa’sında yaşamış filozof ve bilim adamları için de geçerlidir. Karl Popper, Einstein ile arkadaştı. Wittgenstein dönemin güçlü bir ailesi içine doğmuştu. Bu dehalar da çevrelerinin etkilerinde eğilimlerini şekillendirdiler. Eğer sosyo-ekonomik olarak başka değerlere sahip bir çevrede yaşıyorsanız, farklı hayat biçimlerine yönelmeniz çok olası değildir. Toplum içinde kalmak, barınmak ve yemek her zaman önceliğiniz olacaktır. Elbette insanlar içinde münferit, istisnai örnekler bulmak mümkündür. Ancak yine de o örnekleri daha detaylı incelersek, o kişilerin de belirli beceriler, sosyal ve biyolojik olarak belirli hayatta kalma gereksinimleri sonucunda bu davranışları sergilediğini tespit edebiliriz.
İnsan çok yoğun bir biçimde sosyal bir canlıdır. Birbirimizin hisleri, yüz vücut hareketleri, davranışları ve sonraki adımda neler yapacağı ile yakından ilgiliyizdir. Bu durumlara ilişkin tahminlerde bulunuruz (Blakemore, Winston, Frith, 2004). Çünkü içsel olarak, hayatta kalabilmek için bu sosyal bağlara ihtiyacımız olduğunu düşünürüz (Bu arada hayatta kalmak ölmenin karşıtı değildir, ölüm problemine bu bağlamda bir başka makalemde değinmiştim — bkz. Ölümün insan için anlamı). Bu his ile beraber, iki temel ihtiyaç insanı sosyal davranışa yönlendirir. Birincisi sürüde yer alan insanın, sürüde somut olarak varlığını devam ettirebilmesi için gerekli olan davranıştır. Çünkü eğer sürünün normlarına uymazsanız, sürü sizi duygusal hatta fiziksel olarak dışlayacaktır. Bu fikir içinde yaşadığımız modern toplum için biraz abartı bir fikir gibi görünse de, bu argümanı günlük hayatlarımızda gözlemlememiz mümkündür. Tabii ki daha ilkel bir toplumda sürüden atılmak demek, ölüm ya da dayak yemek ya da barınağın dışında bırakılmak demek olabilir. Şimdilerde ise bu şekil değiştirmiştir. İnsanlar sizinle konuşmaktan kaçınacaklardır. Hatta ileri giderseniz, ilişkilerden ötürü yemek için para bile kazanamayabilirsiniz.
İkinci temel sebep ise daha fizyolojik bir sebeptir. Yapılan beyin çalışmalarının gösterdiği üzere insan beyninin her bölgesinde bulunan ayna (mirror) hücreleri vardır. Duygusal ve bilişsel hatta fiziksel bir çok hareket için bu hücrelerin aktif olması gerekir. Yine bu hücrelerin sayesinde, bir çok davranışımızı, diğer insanları taklit ederek öğreniriz (Lepage, Teoret, 2007). Eğer etrafımızda somut olarak ilişki kuracağımız kimseler olmazsa, hayatta kalma mücadelesi oldukça güç hale gelecektir. Acı ortaya çıkacaktır. Vücut ise acıdan kaçınmak için yine yönelebildiği diğer insanlara yönelecektir. Bu temel ve kaçınılması zor bir davranıştır.
Karşı bir fikir olarak, bazı insanlar başka insanların varlığı olmadan da yaşamlarını sürdürebileceklerini iddia edebilirler. Örneğin bilgisayar başından işini yürütebilen kimseler, hiçbir etkileşime girmeksizin, hayatta kalabilirler. Ancak bu örnekler incelendiğinde bu kişiler ile ilgili bazı duygusal durumlara rastlamak zor olamayacaktır. Tabii ki, yine de çok istiyorsak bu denemeye değer bir deneyim olabilir.
Görüldüğü üzere insanın önceliği olan hayatta kalma ve acıdan kaçınma hareketi (homeostazi), insanın duygusal, bilişsel ve sosyal yönelimleri için temel bir kaynak oluşturmaktadır. Yaşamın içinde, en yakın aile bireylerimizden tutun, yakın ilişki kurduğumuz her insan ile fizyolojik ve duygusal olarak -ki bunların eşdeğerliği fikri önemlidir- ciddi bir beraberlik içinde yaşarız. Bu beraberlikte onları kaybetmemek adına onlarla mücadele ve rekabet içindeyizdir (Çünkü her ilişkide, ilişkinin yürütebilmesi için belirli dinamikler vardır). Onlar ile sürekli etkileşim sebebiyle onların fikirlerinden ve duygularından etkilenerek, fikirler ve duygular yaratırız. Değerler ortaya koyarız. Becerilerimiz ve kapasitemiz doğrultusunda bu değerleri şekillendiririz. İçinde bulunduğumuz çevrede yer ve güç edinmeye çalışırız ki hayatta kalabilelim. İnandığımız değerlerden hangilerinin daha kıymetli olduğu, ve bu değerler için kişisel olarak ne kadar çaba sarf etmemiz gerektiği oldukça tartışmalı bir konu olmasına rağmen (bilime, sanata insanlığa inanıp çok, çok çalışmak, gerçekten para mevkii için çok çok çalışmaktan daha az mı patolojiktir? Akthar, 2014, sf.45–50), biyolojik etmenlerin bu değerlerin oluşumunda ve takip edilmesindeki etkisi oldukça açıktır.
Sonuç
İnsanın yaşamdaki en belirgin mücadelesi, en iyi algıladığı şekilde varlığını yaşatabilmektir. Bu algı fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal birçok değişken ile şekillenir. Hem fiziksel olarak iyi hissetmek isteriz. Hem de kişisel olarak sosyal yaşamda bir benlik inşa ederiz. Tüm bunları yaparken de biyolojik özelliklerimizi kullanırız.
Hepimizin ayrı ayrı şartları ve özellikleri vardır. Kimimiz daha yumuşak bir yapıya sahibizdir. Kimimiz daha inatçıdır. Kimimiz daha güçlü ailelerde doğmuştur. Bazılarımız ise daha düzensiz ve yaşaması zor ortamlarda dünyaya gelirler. Tüm parametreler bir araya gelerek bizi biz yapar. Değerli gördüğümüz ne varsa, işte bu bütünlüğün içinden çıkar.
İnsan olarak bir şeylere hep değer/kıymet vermek zorundayız. Çünkü bu değerler bizim en yakın sığınaklarımızdır. Bu değeler bazen insanlar, aile arkadaşlar, bazen tanrılar, bazen de fikirler, inançlar olurlar. Bütün bu koşullar ve özellikler sayesinde bazılarımız gecelere değer veririz. Gececi arkadaşlarımız vardır. Geceleri daha güvenli hissederiz. Gecede kendimizden bir şey buluruz. Bu bizim yaşam mücadelemizdir. Bazılarımız ise, aradığı güvenli ve sevgi dolu yaşama hissini kolayca bulamaz. Yalnızlığın ve güvensizliğin verdiği korkutucu acı hissi, bizi zorlayıcı yaşamlara sürükleyebilir. Örneğin uyuşturucuya yönelebiliriz. İnsanın acıdan bir şekilde kaçması gerekmektedir. Bunun içinde kendimize bir keyif kaynağı bulmamız iyi olacaktır. Uyuşturucu kullanımı bu keyfi bize sağlayabilir. Uyuşturucu madde vücuda (ilaçlarda yer alan da böyledir) yukarıda bahsedilen keyif kaynağı opiodi sağlar. Böylece acıdan kaçınmış oluruz. Yeni değerimiz ise “uyuşturucu kullanımıdır”. Ancak bu vücut için başa çıkması oldukça zor bir değer olacaktır.
Uyuşturucuya yönelen kişiler ile bilime yönelen kişiler arasında, değerli olma açısından önemli bir fark olduğunu düşünmüyorum. Bu durumlar sadece o kişiler için farklı zorluklar ve keyifler yaratacaktır. Ama ikisi de kendilerince hayatta kalmaya çalışırlar. Ancak zannediyorum ki başkalarının yaşadığı zor hayatlardan, direk ya da dolaylı şekilde biz de etkileniriz. Bu yüzden değerlerin ne olduğunu incelemek yerine, değer yaratan durumların ne olduğunu değerlendirmek önemli olabilir. Ve yine belki de önemli olan değerlerin değerli olması değil, yaşamın sıradanlık içinde; doygun bir şekilde; farklı değer renkleri ile sürdürülebilmesidir.
Ekler: Bu konu oldukça tartışmalı görünmektedir. Ancak hayatlarımız içinde oldukça etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden detaylı bir tartışmaya değerdir.
Denemelerin yayınlandığı site: www.felsefenotlari.com
Kaynakça
Kitaplar
Jaak Panksepp, Afektif Nörobilim, Alfa Yayınları, 2015.
Salman Akhtar, Acının Kaynakları, Korku, Açgözlülük, Suçluluk, Kandırma, İhanet ve İntikam, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları; 2017.
Antonio Damasio, Looking Forward Spinoza, Odtü Yayınları, 2018.
Makaleler
Blakemore, Winston, Frith, Social cognitive neuroscience: where are we heading?, 2004.
Lepage, Teoret, The mirror neuron system: grasping others’ actions from birth? 2007.
Triphaty, Pradhan, Methylation-Assisted Epigenetic Evolution and the Psycho-biology of Human Experiences, 2019.